Yeni Özgür Politika gazetesi, 01 Ekim 2014 Çarşamba
http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=34678
http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=34678
İkinci Dünya Savaşı'nın neden olduğu büyük yıkım ve milyonlarca insanın zorla ülkesini terk etmeye zorlanması, iltica ve mülteci sorununun çözümüne dair çalışmalara hız kazandırdı. Uluslararası mülteci hukukunu düzenleyen temel anlaşma olan 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi ve bu sözleşmeyi izleyen tamamlayıcı New York Protokolü (1967) ile mülteci ve sığınmacı tanımı ve mülteci ve sığınmacı statüsünde olanların sahip olacağı haklar belirlendi. Mülteci ve sığınmacı kavramları birbirine karıştırıldığı için burada bu kavramları biraz açmak gerekiyor. Mülteci, politik düşünce, dinsel, etnik ayrımcılık ve etnik çatışmalar gibi nedenlerden dolayı kovuşturmalara uğrayan, bundan dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalan ve mültecilik statüsü hukuken kabul edilen kişidir. Mülteciler, bulundukları ülkede Cenevre Sözleşmesi'nin tanıdığı bütün haklardan yararlanma hakkına sahiptir. Sığınmacı ise mülteciliğe başvuran ve başvurduğu ülkenin mahkemelerince mülteci olma nedenleri araştırılan ve bu sürede korunma, barınma ve insani ihtiyaçları karşılanan kişidir. Yukarıda bahsedilen sözleşme, protokol ve bunları izleyen diğer protokoller ve bildirgeler, sığınma hakkı tanımaya ilişkin koşulların sığınma hakkı tanıyan devletler tarafından belirlenmesine karar verdiği için koşullar farklı ülkelerde, farklı yorumlamalara yol açmaktadır.
1951 Cenevre Sözleşmesi'yle birlikte Avrupa devletleri,
Avrupa’da ortak bir iltica ve mülteci politikası geliştirmeye başladılar. Batı
Avrupa, Doğu Bloğu'ndan "Özgür Batı'ya" (kapitalist sisteme) kaçanlar
ile darbe ve diktatörlükten kaçan İspanyol, Portekizli, Yunanistanlı sığınmacı
ve mültecilere kapılarını sorunsuz olarak açtı. Ama 1980 ve 90’lı yıllarda
yaşanan savaşlar (Kürdistan, Bosna, Kosova, Sri Lanka vb.) ve Sovyetler'in
dağılışı ile mülteci sayısının Avrupa’da yükselmesiyle birlikte, AB’nin mülteci
ve iltica politikasında önemli bir paradigmal değişim yaşandı. Özellikle Avrupa’da
“Ortak Pazar” oluşturma, sınırların kaldırılması ve AB vatandaşlarına serbest
dolaşım hakkını amaçlayan Schengen Anlaşması ile birlikte AB ülkeleri bazında
mülteci ve sığınmacı sayısının azaltılmasını amaçlayan ortak çalışmalar hız
kazandı. İlticacıların barınma, çalışma, sosyal ve politik hayata dahil olma ve
dolaşım hakkına kısıtlamalar getirildiği gibi, iltica başvurusu, bir ülkede
reddedilen bir sığınmacının başka bir Avrupa ülkesinde sığınma başvurusu tümden
ortadan kaldırıldı (Dublin Sözleşmesi, 1990). Bu politikaların sonucu olarak
iltica başvuru süreçleri hızlandırıldı ve sığınmacıları kitlesel bir şekilde
sınırdışı etme uygulamaları en çok başvurulan "çözüm" yöntemi olarak
kabul görmeye başladı. Oysa ki hem Cenevre Sözleşmesi ve onu tamamlayan diğer
sözleşmeler hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin öngördüğü iltica
başvurularının adil bir şekilde incelenmesi, red edildiğinde yeniden
incelenmesi, iltica başvuruları sonuçlanmadan sığınmacıların işkence, kötü
muamele ya da cezalandırmaya maruz kalma riski ile karşılaşabilecekleri bir
ülkeye sınır dışı edilmemesi hükme bağlanmıştır.
Dahası Avrupa ülkeleri, siyasi düşünce, etnik, din, milliyet, belirli bir sosyal gruba mensubiyetten kaynaklanan kovuşturmalardan dolayı kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalanların durumunu ve uluslararası sözleşmelerin kendilerine tanıdığı hakları göz ardı ederek mülteci ve iltica sorununu bir göçmen sorununa indirgedi. Bunun sonucu olarak da mültecilerin ülkelerini terk etme nedenleri kamusal alanda görünmez hale getirildi. “Kaçak Göçmen” söylemiyle sığınmacıları kriminalleştirme, ötekileştirme ve dışlama gibi kurumsal ırkçılık anlayışı, toplumsal bir taban aramakta. Özellikle 1990’lardan beri mülteci ve iltica konuları Batı’da “göçün kontrolü” kapsamında ele alınmakta. Bu anlamda Avrupa ülkelerinin mülteci ve iltica politikaları, bu ülkelere çalışmak için gelen göçmenlere yönelik geliştirilen kısıtlamalardan ve dışlayıcı politikalardan bağımsız düşünülemez. Hem mülteci ve sığınmacılara, ekonomik nedenlerden gelen göçmenlere ve Avrupa’da doğan ikinci ve hatta üçüncü jenerasyona yönelik dışlayıcı ve ayrımcı politikalar, ekonomik sorunlardan öte politik ve kültürel niteliklidir. Çok kültürlülüğe karşı çıkan ve Avrupa-sentrik bir kültür ideolojisini esas alan sağcı parti ve gruplar, kültürel formatlarının farklılığını vurguluyor; yabancıların topluma uyum sağlamakta zorlandığı ve ekonomik yük olduğu gibi argümanlar öne sürüyor. Avrupa Birliği üyesi ülkelerde bir yandan insan hakları perspektifinden uzaklaşarak mülteci ve sığınma sorununu bir kriminal, kültürel ve ekonomik sorun olarak lanse ederken mülteci ve sığınmacıların önüne konulan hukuki ve siyasi bariyerlerden dolayı bu sosyal kesimin hem iş hem de sosyo-politik yaşama dahil olması da engelleniyor.
AB üyesi ülkelerdeki farklı hukuksal düzenlemeler ve uygulamalar ile iç politikaya dayalı popülist politikalar, Avrupa'da ortak bir mülteci ve sığınma politikasının oluşmasına engel olmaya devam etmekte. Sığınma prosedürlerinin uygulanmasında her AB ülkesinin farklı politik, kültürel ve ekonomik yaklaşımından dolayı Avrupa’da bütünlüklü ve progresif bir mülteci ve sığınma politikasından bahsetmek imkansız. Hem mülteci statüsünde olanlar hem de sığınma başvurusu incelenenler ve onlara tanınan haklar, ülkeden ülkeye farklılıklar taşımakta. Ama tüm Avrupa üyesi ülkelerin ortak olan politikası, mülteci ve sığınmacıların Avrupa’ya gelmesini engelleme ve onları "azami düzeye" indirme olarak özetlenebilir.
Dahası Avrupa ülkeleri, siyasi düşünce, etnik, din, milliyet, belirli bir sosyal gruba mensubiyetten kaynaklanan kovuşturmalardan dolayı kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalanların durumunu ve uluslararası sözleşmelerin kendilerine tanıdığı hakları göz ardı ederek mülteci ve iltica sorununu bir göçmen sorununa indirgedi. Bunun sonucu olarak da mültecilerin ülkelerini terk etme nedenleri kamusal alanda görünmez hale getirildi. “Kaçak Göçmen” söylemiyle sığınmacıları kriminalleştirme, ötekileştirme ve dışlama gibi kurumsal ırkçılık anlayışı, toplumsal bir taban aramakta. Özellikle 1990’lardan beri mülteci ve iltica konuları Batı’da “göçün kontrolü” kapsamında ele alınmakta. Bu anlamda Avrupa ülkelerinin mülteci ve iltica politikaları, bu ülkelere çalışmak için gelen göçmenlere yönelik geliştirilen kısıtlamalardan ve dışlayıcı politikalardan bağımsız düşünülemez. Hem mülteci ve sığınmacılara, ekonomik nedenlerden gelen göçmenlere ve Avrupa’da doğan ikinci ve hatta üçüncü jenerasyona yönelik dışlayıcı ve ayrımcı politikalar, ekonomik sorunlardan öte politik ve kültürel niteliklidir. Çok kültürlülüğe karşı çıkan ve Avrupa-sentrik bir kültür ideolojisini esas alan sağcı parti ve gruplar, kültürel formatlarının farklılığını vurguluyor; yabancıların topluma uyum sağlamakta zorlandığı ve ekonomik yük olduğu gibi argümanlar öne sürüyor. Avrupa Birliği üyesi ülkelerde bir yandan insan hakları perspektifinden uzaklaşarak mülteci ve sığınma sorununu bir kriminal, kültürel ve ekonomik sorun olarak lanse ederken mülteci ve sığınmacıların önüne konulan hukuki ve siyasi bariyerlerden dolayı bu sosyal kesimin hem iş hem de sosyo-politik yaşama dahil olması da engelleniyor.
AB üyesi ülkelerdeki farklı hukuksal düzenlemeler ve uygulamalar ile iç politikaya dayalı popülist politikalar, Avrupa'da ortak bir mülteci ve sığınma politikasının oluşmasına engel olmaya devam etmekte. Sığınma prosedürlerinin uygulanmasında her AB ülkesinin farklı politik, kültürel ve ekonomik yaklaşımından dolayı Avrupa’da bütünlüklü ve progresif bir mülteci ve sığınma politikasından bahsetmek imkansız. Hem mülteci statüsünde olanlar hem de sığınma başvurusu incelenenler ve onlara tanınan haklar, ülkeden ülkeye farklılıklar taşımakta. Ama tüm Avrupa üyesi ülkelerin ortak olan politikası, mülteci ve sığınmacıların Avrupa’ya gelmesini engelleme ve onları "azami düzeye" indirme olarak özetlenebilir.
Üçüncü ülkelerden gelecek olan göçmen ve sığınmacılara karşı Avrupa sınırlarının sıkı bir şekilde kontrolü, vize politikaları, iltica başvurularının Avrupa dışında incelenmesi, ilticacıların Avrupa ülkelerine gelmesini önleme politikaları (Libya eski lideri Kaddafi ile yapılan anlaşmayla Afrikalı ilticacıların gelmesini önleme gibi) gibi politikalarla "Avrupa Kalesi" oluşturuldu. Sığınmacılara tüm yasal yollar kapatılarak savaş, şiddet ve etnik, cinsel ve dinsel ayrımcılığa ve kovuşturmalara uğrayan insanlara “kaçak” ve “yasal olmayan” yollarla AB ülkelerine vararak iltica başvurusunda bulunmaları dışında bir seçenek sunulmamakta. Bu bir nevi ülkesinde baskı görenler ve kovuşturulanların Avrupa’ya gelmesini önleme ve kendi ülkelerinden kaçanların komşu ülkelere sığınmasını özendirmeye yönelik bir politikadır. Sorun şu ki Irak, Suriye, Filistin ve Zimbabve gibi örneklere baktığımızda genellikle büyük mülteci göçlerinin rotası komşu ülkelerdir. Siyasi düşünce, etnik köken, din, milliyet veya cinsel tercihinden kaynaklanan kovuşturmalardan dolayı ülkesini terk edenlerin sadece küçük bir kesimi Avrupa’ya varmakta. Dünyadaki kaynakların büyük bölümünü kullanan Avrupa ve diğer gelişmiş ülkeler, kapılarını mülteci ve sığınmacılara kapatırken sadece “Yüksek Yetenekli Göçmen”lere açmakta.
Avrupa’nın yeni günah keçileri: Mülteci ve sığınmacılar
Avrupa ülkelerinin bencil politikaları sonucunda her yıl
yüzlerce insan derme çatma gemi ve botlarla "Avrupa Kalesine"
ulaşmaya çalışırken Akdeniz ve Ege Denizi'nde hayatını yitirmekte ve
sadece cesetleri “Kale Avrupa”nın sahillerine ulaşmakta.
Avrupa Kalesi'ne girmeyi başaranlar ise yeni, zorlu, uzun ve bazen sonu belli olmayan bir yolculuğa başlıyor. Bürokratik, barınma, ekonomik, dil, eğitim, sağlık, iş, kurumsal ırkçılık, kültürel ve sosyal kabullen(me)me ve de psikolojik sorunlar ile boğuşmak zorunda kalıyorlar. Bazı Avrupa ülkelerinde (Britanya, Fransa, Avusturya ve Yunanistan) iltica başvuruları aylarca sürmekte. Genellikle iltica başvurularının çoğu reddedilmekte ve hatta ilticaya başvuranın hızlı bir şekilde sınırdışı edilmesiyle sonuçlanmakta. Özellikle Fransa’da Sans-Papiers (Kağıtsızlar) Hareketi, Fransız hükümetinin iltica başvurularının yüzde 90’a varan ret politikalarına karşı durmak için ortaya çıktı. Bazı ülkelerde ise iltica başvuruları hızlandırılmış bir şekilde sonuçlanır. Ret kararlarına itiraz süresi dolmadan sınırdışı etme uygulamaları da sıkça rastlanan bir durum.
Avrupa Kalesi'ne girmeyi başaranlar ise yeni, zorlu, uzun ve bazen sonu belli olmayan bir yolculuğa başlıyor. Bürokratik, barınma, ekonomik, dil, eğitim, sağlık, iş, kurumsal ırkçılık, kültürel ve sosyal kabullen(me)me ve de psikolojik sorunlar ile boğuşmak zorunda kalıyorlar. Bazı Avrupa ülkelerinde (Britanya, Fransa, Avusturya ve Yunanistan) iltica başvuruları aylarca sürmekte. Genellikle iltica başvurularının çoğu reddedilmekte ve hatta ilticaya başvuranın hızlı bir şekilde sınırdışı edilmesiyle sonuçlanmakta. Özellikle Fransa’da Sans-Papiers (Kağıtsızlar) Hareketi, Fransız hükümetinin iltica başvurularının yüzde 90’a varan ret politikalarına karşı durmak için ortaya çıktı. Bazı ülkelerde ise iltica başvuruları hızlandırılmış bir şekilde sonuçlanır. Ret kararlarına itiraz süresi dolmadan sınırdışı etme uygulamaları da sıkça rastlanan bir durum.
Barınma sorunu ülkeden ülkeye değişmektedir. Örneğin bazı
ülkelerde (Almanya ve Avusturya gibi) barınma olanakları, toplumdan ve
şehirlerden uzak, mülteci ve sığınmacıların "Gott verlassenes Land -
Tanrı'nın terk ettiği yer" olarak değerlendirdiği iltica kamplarında
karşılanmakta. Yapılan birçok araştırmada bu sosyal yalnızlaştırma
uygulamalarının psikolojik rahatsızlıklar ve hatta intiharlara neden olduğu,
kampların rutubetli oluşunun özellikle çocuklarda solunum yolu hastalıklarına
yol açtığı belirtilmekte. Bunun yanında aşırı sağcı grupların iltica
kamplarında barınan mülteci ve sığınmacılara saldırdığı, hatta iltica
kamplarını yaktıkları bilinen bir gerçek. Diğer Avrupa ülkelerinde ise
sığınmacılara ya süreli bir barınma hakkı tanınıyor (İtalya) ya cezaevine
dönüştürülen kamplarda (Yunanistan) barındırılıyorlar; veya hiçbir barınma
olanağı tanınmadan sokaklarda yaşamlarını idame etmeleri bekleniyor. Rojavalı/Suriyeli
sığınmacıların Güney Kıbrıs’ta 10 yıldan daha uzun süre yaşamalarına rağmen ne
vatandaşlık ne de mültecilik statüsüne sahip olmaları ve son olarak Güney
Kıbrıs hükümetinin ekonomik krizi bahane ederek Kıbrıs’a gelen sığınmacıların
çalışma, barınma ve beslenme ihtiyaçlarını karşılamamasını örnek
gösterebiliriz. 2013 yılında Güney Kıbrıs’ın başkenti Lefkoşa’da Rojava ve
Suriyeli sığınmacıların çöplerde yemek topladığına tanık oldum. Ama bu sadece
AB’nin periferinde olan ülkelerde olmuyor. Yine Oxford Üniversites'nde kağıtsız
sığınmacılara yönelik yaptığımız araştırmada aynı sorunların dünyanın yedinci
zengin ülkesi olan Britanya’da da yaşandığını gördük.
Avrupa’da politik mülteci statüsünde olanlara çalışma izni
verilirken sığınmacıların çalışma hayatına katılmaları yasalarla yasaklanmakta.
Gerçekte ise hem ilticaya başvuranlar hem de iltica başvurusu reddedilenler
kayıtlı olmayan ekonominin en önemli ucuz işgücü olarak görülmekte. Yine
Britanya ve diğer Avrupa ülkelerinde yaptığımız araştırmalarda, ilticaya
başvuranların veya kağıtsızların genellikle hukuki ve dil sorunlarından
dolayı kendi etnik toplumlarının içinde iş bulabildiğini tespit ettik. Bu
onlara sosyal çevre kurma ve psikolojik destek bulmayla birlikte aşırı iş
güçlerinin sömürülmesine de neden olabiliyor. İlticaya başvuran ve iltica
başvurusu reddedilenler, karın tokluğuna günde 16 saat çalıştırıldıklarını
ifade ettiler. Bu konuda Çin, Hindistan, Kürt ve Türk işverenlerinin
“dayanışmacı sömürü” diye tabir ettiğimiz bir işveren ve işçi ilişkisinin çok
yaygın olduğunu belirtmek gerekir. Araştırmamıza katılan kadın mülteci ve
sığınmacılar, iş hayatlarında cinsel istismara ve saldırıya uğradıklarını ifade
ettiler. Çalıştığının karşılığını almayan, biriken aylıklarını isteyen kağıtsız
sığınmacılar ise, işverenleri tarafından polise ihbar etmeyle tehdit
edildiklerini, bundan dolayı çalıştıklarının karşılığını alamadıklarını
söylediler.
Bu sorunların yanında sağlık ve eğitim olanakları da mülteci
ve sığınmacıların en çok karşılaştıkları sorunlardır. Bazı ülkelerde mülteciler
sağlık ve kısıtlı eğitim haklarına sahipken diğerlerinde sığınmacılar böyle
olanaklara sahip değildir. Kağıtsızlar ise sağlık ve eğitim sorunlarını kendi
olanakları ile karşılama(ma) durumundalar. Birleşmiş Milletler'in Çocuk Hakları
Sözleşmesi'nin 28. maddesinde ve mültecilerin hukuki statüsüne ilişkin 1951
tarihli Cenevre Sözleşmesi'nde, çocukların temel eğitim hakkı garanti altına
alınmakla birlikte birçok kağıtsız göçmenin çocukları, bu haklarını
kullanamamakta. Bu tümüyle eğitim ve öğretim sisteminin bürokratik anlayışına,
yasaları uygulayanların yorumlamasına bağlı. Bazı ülkelerde kağıtsız
göçmenlerin çocukları okula giderken diğerlerinde sınırdışı edilme korkusuyla
aileler çocuklarını okula göndermekten çekiniyor.
Göçmenler üzerine yapılan araştırmalarda dil ve kültürel farklılıklar, “yabancılara” karşı ırkçı ve ayrımcı anlayışların özellikle kadın ve çocuklar üzerinde sosyal ve psikolojik sorunlara neden olduğu belirtilmekte.
Göçmenler üzerine yapılan araştırmalarda dil ve kültürel farklılıklar, “yabancılara” karşı ırkçı ve ayrımcı anlayışların özellikle kadın ve çocuklar üzerinde sosyal ve psikolojik sorunlara neden olduğu belirtilmekte.
Sonuç olarak Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek
Komiserliği, Uluslararası Af Örgütü ve mülteciler alanında çalışan kurumlar,
sığınma hukukunun uluslararası insan hakları hukukunun bir devamı niteliğinde
olduğunu belirtmekte ve mülteci/sığınmacılara karşı geliştirilen kurumsal
ırkçılığı, ötekileştirme/kriminalleştirme söylemlerini ve de Cenevre
Sözleşmesi'nden doğan hakların kısıtlanmasını, insan hakları ihlali olarak
değerlendirmekte; bu nedenle de Avrupa üyesi ülkeleri şiddetle eleştirmekte.
No comments:
Post a Comment